Her milletin tarihinde kırılma anları vardır; ya varlıkla yokluk arasında sıkışıp kalır ya da küllerinden yeniden doğar. Türk milleti için bu an, hiç şüphesiz 30 Ağustos’tur. 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz’un 30 Ağustos 1922’de Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde kesin bir zaferle taçlanması, yalnızca bir savaşın değil, bir milletin yeniden ayağa kalkışının adıdır. Bu zafer, silahların gücüyle değil; fedakarlıkla, ‘Ya istiklal ya ölüm’ inancıyla kazanıldı. Anadolu’nun dört bir yanında, köyünden kentinden, kadınıyla erkeğiyle herkes Kuvay-ı Milliye ruhunu taşıdı.

Ve işte burada, Mersin’in adını anmadan geçmek olmaz. Çukurova’nın bereketli toprakları, işgalin acısını en ağır yaşayan bölgelerden biriydi. Fransız ve Ermeni işgali karşısında Mersinliler boyun eğmedi. Tarsus’tan Silifke’ye, köylerden kent merkezine kadar halk, kendi imkanlarıyla direnişe geçti. Silahı olmayan eline kazma kürek aldı, cephanesi olmayan yiyeceğini, malını Kuvay-ı Milliye’ye sundu. Torosların eteklerinde gençler, yaşlılar, kadınlar omuz omuza vererek işgalcilere karşı vatan nöbeti tuttu. Mersin’in fedakarlığı, yalnızca cephede değil, cephe gerisinde de büyüktü. Kimi evini cepheye merkez yaptı, kimi çocuklarını vatan uğruna vermeyi göze aldı. Onların cesareti, Anadolu’nun direniş ruhunu perçinledi ve büyük zafere giden yolu açtı. Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlarken, sadece bir askeri başarıyı değil, milletçe gösterilen o tarifsiz dayanışmayı da hatırlıyoruz. Çünkü zaferin gerçek kahramanları, yalnızca cephede süngü tutanlar değil, aynı zamanda kendi varlığını yok sayan o isimsiz kahramanlardı. Bugün gökyüzünde dalgalanan bayrak, 103 yıl önce Torosların doruklarında, Sakarya’nın siperlerinde, Dumlupınar’ın bağrında verilen o mücadelelerin armağanıdır. Bizlere düşen ise bu emaneti, birlik ve beraberlik içinde sonsuza dek yaşatmaktır.